İrem Şehri – Hazreti Hud’un Kavmi

Kur’an’daki Yankısı Hiç Dinmeyen Kavim: Âd’ın Kibir ve Helak Hikayesi

Tarihin kumlu sayfaları arasında, güç ve zenginlikle zirveye ulaşıp ardından ibretlik bir sonla yeryüzünden silinen nice medeniyetin hikayesi gizlidir. Kur’ân-ı Kerîm, bizlere bu hikayelerden bazılarını anlatarak geçmişten dersler çıkarmamızı öğütler. İşte bu hikayelerden belki de en sarsıcı olanlarından biri, Hz. Nûh’tan sonra yeryüzüne hükmetmiş olan Âd kavminin öyküsüdür.

Çölün Kalbinde Yükselen Görkemli Medeniyet

Âd kavmi kimdi? Onlar, Hz. Nûh’un soyundan gelen, tarih sahnesine Yemen’de, bugün Uman ile Hadramut arasında kalan ve Kur’an’ın “Ahkaf” (kum tepeleri) olarak adlandırdığı bölgede çıkmışlardı. Bu kavim, öyle sıradan bir topluluk değildi. Kur’an’ın bizlere çizdiği tabloya göre onlar, eşsiz bağlara, verimli bahçelere, sayısız hayvan sürüsüne ve göz alıcı bir zenginliğe sahiptiler.

Mimari dehaları o kadar ileriydi ki, yüksek tepelere sembolik anıtlar ve “içinde ebedi kalacakmış gibi” sağlam saraylar inşa ediyorlardı. Hatta meşhur “İrem şehri”nin o sütunlarla dolu görkeminin de onlara ait olduğu rivayet edilir. Kısacası Âd kavmi, hem ekonomik hem de fiziki güç bakımından çağının süper gücüydü.

Güçten Doğan Kibir ve Gelen Uyarıcı

Ancak bu muazzam güç ve refah, zamanla onların kalplerini katılaştırdı. Kendilerini yenilmez sandılar, gurur ve kibre kapıldılar. Yaratıcılarını unutup kendi elleriyle yaptıkları putlara tapmaya, zayıfları ezmeye ve yeryüzünde zulümle hükmetmeye başladılar.

İşte tam bu yozlaşmanın ortasında, Allah onlara kendi içlerinden bir peygamber gönderdi: Hz. Hûd. Hz. Hûd, kavmini şefkatle uyardı. Onlara, kendilerine bahşedilen sayısız nimeti hatırlattı ve tüm bu zenginliğin asıl sahibine, yani tek olan Allah’a kulluk etmeye çağırdı. Onları zulümden ve adaletsizlikten vazgeçmeleri konusunda ikna etmeye çalıştı.

Fakat Âd kavminin kibri, kulaklarını bu ilahi çağrıya tıkamıştı. Peygamberlerine verdikleri cevap, tarihe geçen bir umursamazlık manifestosuydu: “İster öğüt ver ister verme, bizim için fark etmez. Bizim tuttuğumuz yol, atalarımızın yoludur!” diyerek Hz. Hûd’u ve onun getirdiği mesajı küçümsediler.

Kaçınılmaz Son: Uğultulu Rüzgâr

İnkâr ve isyanda direnmelerinin bir sonucu olarak, ilahi ceza adım adım yaklaştı. Önce gökyüzünün bereketi kesildi. Şiddetli bir kuraklık başladı ve o övündükleri yemyeşil İrem bağları kuruyup çöle döndü. Bu, belki de son bir uyarıydı, ama onlar yine de ders almadılar.

Nihayetinde, o büyük felaket geldi çattı. Ufukta beliren kara bir bulutu yağmur sanıp sevindiler. Oysa o bulut, kendilerini bekleyen azabın habercisiydi. Kur’an’ın tasvirine göre, her şeyi kökünden söküp atan, dondurucu ve uğultulu bir kasırga üzerlerine gönderildi. Bu rüzgâr, tam yedi gece sekiz gün boyunca hiç durmadan esti.

O heybetli, güçlü ve kendilerini yenilmez sanan insanlar, içi boş hurma kütükleri gibi oradan oraya savruldular. Yüksek sarayları, gurur abideleri ve tüm zenginlikleri, kum tepelerinin altında ebediyen kayboldu.

Bu korkunç felaketten yalnızca Hz. Hûd ve ona iman eden bir avuç mümin kurtuldu. Onlar, daha sonra kurulacak olan ikinci Âd kavminin çekirdeğini oluşturarak, iman ve teslimiyetin her türlü güçten daha kalıcı olduğunu kanıtladılar.

Âd kavminin hikayesi, binlerce yıl sonra bile bizlere şunu fısıldar: Gerçek güç, sahip olunan zenginlikte ya da inşa edilen yüksek binalarda değil; Yaradan’a karşı duyulan tevazu ve şükürdedir. Kibrin sonu her zaman hüsrandır.

Çölün Ortasında Bir Umut Sesi: Hz. Hûd’un Sabır Dolu Mücadelesi

Her peygamberin hikayesi, insanlığın en temel erdemlerine ve zaaflarına tutulmuş bir aynadır. Hz. Hûd’un öyküsü ise, gücün ve kibrin en görkemli halinin karşısına dikilen tevazu ve sabrın destanıdır. O, devasa bir medeniyetin gölgesinde, tek başına hakikati haykıran cesur bir elçiydi.

Kimdi Bu Cesur Elçi?

Hz. Hûd, Kur’an’da adı geçen ve kendisinden sonraki nesiller için büyük bir ibret vesikası olan Âd kavmine gönderilmişti. Soyu, İslami kaynaklarda genellikle insanlığın ikinci atası Hz. Nûh’a dayandırılır. Rivayetler, onu esmer tenli, gür saçlı ve güzel yüzlü bir insan olarak tasvir eder. Hatta bazı kaynaklarda, Arapçayı ilk konuşan kişinin o olduğu söylenir ki bu, onun mesajını kendi halkına ne denli etkili ve açık bir dille ilettiğinin bir sembolü gibidir.

O, kavminin içinden biriydi; onların dilini konuşuyor, geleneklerini biliyordu. Ancak kalbi, onları yaratan Allah’a aitti ve görevi, şirkin ve zulmün karanlığında kaybolan halkını aydınlığa çıkarmaktı.

Kibrin Duvarlarına Çarpan Hakikat Çağrısı

Hz. Hûd, kendisini peygamber olarak görevlendiren Allah’ın mesajını halkına ulaştırdığında, karşısında eşi benzeri görülmemiş bir refah ve güçle şımarmış bir toplum buldu. Yüksek yerlere anıtlar diken, ebedi kalacakmış gibi sağlam saraylar inşa eden, zenginlikleriyle gururlanan Âd kavmi, peygamberlerinin bu çağrısını küçümseyerek karşıladı.

Hz. Hûd onlara şöyle sesleniyordu: “Ey kavmim! Allah’a kulluk edin. Sizin O’ndan başka ilahınız yoktur.” Bu davet karşılığında hiçbir ücret, makam ya da kişisel çıkar beklemiyordu. Tek isteği, kavminin kendilerine bahşedilen nimetlerin asıl sahibini hatırlaması ve O’na şükretmesiydi.

Ancak güçten gözleri kör olan kavmi, onu “beyinsizlik” ve “yalancılıkla” suçladı. Atalarının yolundan dönmeyeceklerini, taptıkları putları asla bırakmayacaklarını söylediler. Hz. Hûd’un sabırlı uyarılarına karşı o kadar pervasızlaştılar ki, sonunda ona meydan okudular: “Eğer doğru söylüyorsan, bizi tehdit ettiğin o azabı hemen getir de görelim!”

Seçim Anı: Ufuktaki Siyah Bulutun Sırrı

Rivayetlere göre, büyük felaketten önce yıllarca süren bir kuraklık kavmi perişan etmişti. Çareyi yine Hz. Hûd’a başvurmakta buldular. Hz. Hûd, onlara Allah’ın üç bulut göndereceğini ve birini seçmeleri gerektiğini söyledi: sarı, kırmızı veya siyah. Onlar, en çok yağmur getireceğini düşündükleri kapkara bulutu büyük bir sevinçle seçtiler. Oysa bu seçim, kendi sonlarını hazırlayan bir adımdı. Ufukta gördükleri ve yağmur zannettikleri o kara bulut, aslında her şeyi yok edecek olan korkunç kasırganın ta kendisiydi.

Yedi gece ve sekiz gün süren o dondurucu rüzgâr, kendilerini yenilmez sanan Âd kavmini, kökünden sökülmüş hurma kütükleri gibi yerlere serdi. O görkemli medeniyetten geriye, kumların altına gömülmüş bir hüsran ve ibret kaldı. Fırtına dindiğinde ise ayakta kalanlar yalnızca Hz. Hûd ve ona iman eden bir avuç insandı.

Hatırası Coğrafyalara Sığmayan Peygamber

Peki, bu büyük mücadeleden sonra Hz. Hûd’a ne oldu? İşte bu noktada tarih, onun hatırasına duyulan derin saygıyı gözler önüne serer. Vefat ettiği yer ve kabrinin nerede olduğu konusunda kesin bir bilgi yoktur. Mekke’de Kâbe’nin yanı başında mı, Şam’daki Emeviyye Camii’nin altında mı, yoksa Yemen’in Hadramut vadisindeki o gizemli topraklarda mı? Hatta Filistin’de dahi ona atfedilen kabirler ve makamlar bulunur.

Bu belirsizlik, aslında onun mirasının ne kadar geniş bir coğrafyaya yayıldığının kanıtıdır. Mekke’den Şam’a, Yemen’den Filistin’e… Sanki her bir toprak, onun sabır ve tevazu dolu hatırasından bir parça saklamak istemiş gibidir.

Hz. Hûd’un hikayesi, bize gücün geçici, hakikatin ise kalıcı olduğunu hatırlatır. O, en zorlu koşullarda bile umudunu yitirmemenin, sabırla doğruyu anlatmanın ve yalnızca Allah’a güvenmenin en güzel örneklerinden biridir.

Henüz Yorum Yok

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Son Yorumlar